Friday, 28 September 2007

Santaaa Luciaaa...


Uzun bir ara verdim yazmaya; iş güç diyeceğim bahanelerden seçmece.. Son birkaç haftadır tempolu, yorucu ama çoook zevkli geçti diyebilirim.. Eylül ortasında Milano'daydım iş için ve tam bir hafta toplantılar ve kısa süreli eğitimlerin arasında akşamları vakit bulup dışarıya atabildim kendimi.. Eğitim grubunda bulunan diğer yabancı iş arkadaşlarıyla takıldık bu zamanlarda; özellikle Norveçliler'le çok iyi vakit geçirdik; çünkü adamlar iş ile eğlencenin sınırını o kadar iyi çizmişler ki.. Yaşamak için çalışmıyorlar yani, birazcık çalışıp çok çok yaşıyorlar diyelim felsefelerine.. Valla o kadar ilginç şeyler anlattılar ki bi fırsatını bulursam Norveç'e yerleşebilirim... Sesi'cim ne dersin? Biraz soğuk memleket ama alışırız değil mi? Efendim o haftanın sonunda Sesi'm de İtalya'da kendi işiyle ilgili bir fuara gelince biz de bu fırsatı kaçırmadık tabii.. Ben atladım trene hooppp Padova'ya; zira hatun orada kalıyordu. Padova küçük ama çok güzel bir şehir, İtalya deyince herkesin aklına gelmez ama görülmesi gereken yerlerden biri bence.. İki yılda 8-10 kere gittiği için artık Padova ahalisinden sayılan Sesi'mle birlikte çok güzel bir akşam geçirdik; özel ısmarlama pizza, ki yediğim en güzel pizza idi bu arada, nefis dondurmalar yiyerek modern yaşama ayak uydurmuş ama güzelliğini koruyabilmiş tarih kokan sokaklarda dolaştık, açıkhavada yemek yiyerek sohbet eden mutlu kalabalığı fon olarak kullanıp fotoğraflar çektik, tek bir gitar ile resital verebilen müzisyenleri dinledik; tadı damağımda kaldı doğrusu.. En güzeli daha gelmemişti ama, zira ertesi gün Venedik'e gidecektik. Sesi'min fuarının yapıldığı Vicenza'dan, ki Padova'ya yarım saat kadar mesafede, 1 saatlik tren yolculuğundan sonra akşam karanlığı henüz çökmüşken Venedik'e vardık... Son trene binip geri dönecektik ve çok az zamanımız vardı; en hızlı Vedeik turlarından birin attık Sesi ile.. Daha önce Venedik'e gitmişti birkaç kez Sesi ama bu sefer acelemiz olduğundan hiç bilmediği yollardan yürüyerek önce Büyük Kanal'ın üzerindeki Rialto köprüsüne oradan da muhteşem San Marco meydanına gittik.. Koşturduk desem daha doğru olur. Bu koşuşturmaya rağmen arada durup fotoğraf çekmeyi de ihmal etmedik tabi.. Hatta o karışıklıkta birilerine yol bile tarif ettim.. Biraz yorulduk ama en sonunda vardığımız San Marco meydanı tek kelimeyle nefes kesici idi.. Sesi'm bana hep anlatırdı ama gözümde canlandıdığımın on katı güzellikte bir yer.. Canlı müzik yapan gruplar var dört bir yanda ve nasıl güzel çalıyorlar anlatamam; zaten ortam harika bir de müzikle vuruyorlar bam teline insanın.. Sesi'm bana bir akşam gittiklerinde ayak bileklerine kadar su olduğunu söylemişti San Marco'da, ahh keşke ben de öyle bir akşam gidebilsem yine oraya.. Hiç istemesek de ayrıldık bir süre sonra zira trene yetişmek zorundaydık, yürümeye dermanımız kalmadığı için vaporetto denilen ve kanallar arası dolmuşçuluk yapan teknelere binelim dedik. Ama o kadar yavaş gidiyordu ve o kadar çok yerde durdu ki yürüsek Padova'ya varırdık resmen; yetişemeyeceğimiz stresi ile nihayet vardık tren istasyonunun olduğu durağa.. Bu arada gündüz bize tren bileti kesen süper akıllı İtalyan arkadaş bize saati yanlış söylediği için istasyondan içeri girer girmez bizim trenin kalkmasına iki dakika olduğunu görünce bir anda gözlerimiz kadardı tabii ama koştuk ve filmlerdeki gibi son anda yetiştik.. Tam rahat bir nefes alacaktık ki bu sefer de karşımızda oturan İtalyanlar biletlerimizi onaylatmamız gerektiğini, kondüktör gelip kontrol ederse 50 euro ceza ödeyeceğimizi söyledi; ne yapalım son treni kaçırmamak için atladık acele ile; hem bize kimse söylemedi biletlerin onaylatılması gerektiğini dedik.. Kondüktör geldi ama bizden önce bileti olmayan bir adamı ilk istasyonda yakapaça dışarı atınca sanıyorum biraz hırsını almış olacak ki bize kısa bir nutuk çekip bi daha onaylatmadan binmeyin dedi, biz de yırttık cezadan.. Ertesi gün ben döndüm İstanbul'a, Sesi'm üç gün daha kaldı, geldi ve iki gün sonra da Hong Kong'a uçtu bi başka fuar için... Yarın gelecek sabahtan, ben havaalanında olacağım karşılamak için, gelme sen uyu dedi ama çok özledim ben Sesi'mi...


Wednesday, 22 August 2007

Gidemem...

Bekir Coşkun'un kaleminden...
"Sabah sabah bizim Uğur Ergan aradı, Birleşmiş Milletler Mülteci Yüksek Komiserliği ile konuşmuş. Uğur “Abi Başbakan’ın ‘çek git’ ikazı üzerine BM Mülteci Yüksek Komiserliği ile görüştüm. Türkiye’den kovulma haberini gösterirsen seni mülteci kabul edecekler. Ama bir de işkence-mişkence gibi, darp izi var mı diye soruyorlar...” dedi.
Uğur’a “var” dedim.
Aslında gidecek yerim yok. Ben başka hiçbir ülkeyi sevmedim. Bu yurdun taşını, toprağını, sulaklarını, denizlerini, ırmaklarını, yaylalarını, kedilerini, kirpilerini sevdim, tanıksınız. Bir dal kesildiğinde yanarım. Ama orman alanını kaçak ev yapan, bana “Bu ülkeden çek git” diyor. Bir yeşil alan yok edildiğinde çığlık attım, canım yandı, ormandaki bir vaşak öldürüldüğünde oturup ağladım. Ama ormanları “2-B arazisi” diye satmak isteyen Başbakan bana ve benim gibi düşünenlere “Çekin gidin” diyebiliyor.
Ben bu ülkeyi severim. Amerika’da okuyan kızlarım yok. Oğluma Washington’da iş vermediler. Kimse benim için yabancılara gidip “Delikten aşağı süpüreceğinize kullanın” da demedi, dedirtmedim.
Ben bu ülkeyi severim. Devrek 125’inci alayda askerliğimi yaptım. Nöbet tuttum. Mataramı parlattım, potinlerimi kaybettim. Askerlikten kaytarmak için rapor-mapor almadım. Ama Başbakan “Çek git” diyor. Gidemem. Doğrusunu isterseniz bu toplumun göz göre göre dinimizi siyasete alet edenlerin peşine takılması, boşa giden yazılarım, o yalnız kalma duygusu... Bunların tümü canımı yaktı ve sevgili Uğur’a “Darp izi yok da, yürek yarası olur mu?” diye sordum. Olsa da, olmasa da... Benim gidecek başka bir yerim yok...

Friday, 17 August 2007

17 Ağustos...

Bugün tam 8 yıl oldu... Daha dün gibi hissediyorum ama... Zaman ne çabuk geçiyor ve geçerken de ne çabuk unutturuyor bazı şeyleri. Bu unutkanlık acaba insanların doğal bir kendini savunma yöntemi mi? Üzücü ve acı veren şeyleri unutmak ve böylece daha olumlu düşünerek yaşamak. Yoksa tam tersi mi doğru olan; o üzücü ve acı veren anıları unutmayıp asıl o zaman mı kendini korumak mümkün? Herkes kendine uygun olan yöntemi seçer elbette; ama en azından bugün hatırlanması gereken şeyler var...

Tuesday, 7 August 2007

Su...

İlk coğrafya derslerimi hatırlamaya çalıştım; Türkiye'nin coğrafyası ve dünya coğrafyasında Türkiye'nin yeri hakkında ezbere dayalı da olsa öğrendiklerimi... Üç bir yanı denizlerle çevrili, çok çeşitli iklimlerin görüldüğü, kendisine yetecek tarım olanaklarına sahip, yüksek dağlardaki karların erimesiyle ortaya çıkna suyun dere ve ırmaklara karışmasıyla güldür güldür akan suları olan... İlk aklıma gelenler bunlar; su ve iklim konusunda...
Dün televizyon kanallarında yayınlanan haberi birçoğunuz duymuştur; NASA'nın 2040 yılında Türkiye'nin büyük bir kısmının çöle dönüşeceği ile ilgili bir raporundan bahseden... Resmi gözünüzün önüne getirebiliyor musunuz? Düşünebiliyor musunuz? Korkuyor musunuz? Birşeyler yapıyor muyuz? Yapacak mıyız?
Matrix filminde Ajan Smith "insan ırkı yaşadığı yerin kaynaklarını yok olana dek tüketen bir ırktır" gibi birşey söylüyordu; gerçekten üstümüze yok değil mi? Kocaman birer "Pacman" olduk çıktık...

Thursday, 2 August 2007

Norah Jones...

Harbiye Açıkhava'da idik dün akşam Sesi'mle beraber. Biletleri ilk çıktığı gün almıştım; bu konseri kaçırmak istemezdim doğrusu. 7 yıl önce gelmişti ilk olarak Norah Jones Türkiye'ye, o zaman pek tanınmayan "Wax Poetic" grubu ile birlikte, daha sonra solo kariyerine başladı.
Muhteşem bir konser verdi Norah Jones. Konser muhteşemdi derken nefes kesen sahne şovlarını, Harbiye'de yağdı yağacak nazlanan yağmuru ve benim sesim daha güzel diyerek uğultularla esen rüzgarı değil Norah Jones'un o tarifi zor sesini kastediyorum. Sesi'min deyişiyle "müzik Norah Jones'un sesine eşlik ediyor" gibiydi. Gerçekten de grubundaki müzisyenler Adam Lavy ve Andrew Borger ne kadar döktürürse döktürsün ve melodi ne olursa olsun Norah Jones söylemeye başladığı zaman sanki diğer sesler saygıdan geri çekiliyorlar gibi geliyor bana. Hele "Come Away With Me" ya da "Dont Know Why"ı söylerken. Seneye de gelir inşallah festivale...

Thursday, 12 July 2007

Yanmışız sönmüşüz biz...

Geçen günlerde Bodrum'da çıkan orman yangınını duymuş, görmüşsünüzdür. Çok çok üzücü, her sene ağaç ağaç yok oluyor güzelim doğa. Gelin görün ki yangın esnasında belediyenin anons ile yardım çağrısına kayıtsız kalıp arka planda yanan ağaçlara "tropik meyve kokteyli" tadında bakan "beach"lerdeki "bitch"ler ve "odun"lar ise yerli yerinde duruyor. Yeni yazlık yerimiz çıktı diye seviniyorladır herhalde. İyi tatiller...

Hay seç(ey)im otobüsü(nüzü)...

Seçim yaklaşıyor... Hayırlısı olsun; ama çok merak ettiğim bişey var: Şu siyasi partilerin hemen hemen hepsinin sokaklarda caddelerde bangır bangır gezen, trafik kurallarına hiç uymayan, kim bestelerse bestelesin kulaklara zarar şarkılar çalan tanıtım arabaları yok mu! Allah aşkına, arabaya, şarkıya, gürültü patırtıya oy veren var mı bu ülke de yaa? Daha seçilmeden insan haklarını çiğneyen bu arkadaşlar acaba hangi akla hizmet bu işi yapıyorlar? Hadi en uç halini düşünelim, günde 10 saat gezen bir minibüs sizce küresel ısınmaya ne kadar etki ediyordur? Öyle soru olur mu demeyin, sordum oldu işte. Evimizin orada devlet hastanesi var; oradan geçerken bile kulakları patlatırcasına müzik çalıyorlar, hasta yatağındaki insanların oylarını almak için yapıyorlar herhalde. Medeniyet seviyemizin güncel bir göstergesi daha. AB'ne girmek için kampanyalar düzenleyip Avrupa'nın çeşitli bölgelerine bu araçlardan birkaç 100 tane saldık mı tamamdır.

Not: Yukarıdaki resimdeki otobüs CNN Türk'te Mithat Bereket'in sunduğu "Seçim Otobüsü" programının otobüsüdür ve yazdıklarımla hiç alakası olmamasına rağmen ilk bulduğum resim olduğu için kullanılmıştır. Söz meclisten dışarı...

Şekersiz maksimum tat...

Yaa reklamını yapmak istemem ama mecburen yapıcaz; (T)epsi Max reklamı var ya Asyun Kayacı'nın oynadığı... Hani bol keseden öpücük vaadi verdiği... Seçime bağımsız aday girse bi miktar oy alır diyorum ben. Neyse bi haber vardı geçenlerde; adamın biri "Ben Tepsi Max içtim ama Aysun Kayacı gelip beni öpmedi, kandırıldım!" diyerek Tepsi'ye tazminat davası açmış. Dostum Moosty ile bu fevkalade önemli meseleyi konuşurken kendisi acayip bir yorum getirdi olaya:

- Tepsi'nin yerinde olsam dava açan adama nispet yeni bir reklam yapardım hemen" dedi.
- Nasıl olacak bu? dedim.
- İri kıyım ve yarı çıplak 3-5 zenci arkadaşı oynatır, Tepsi Max içene öpücükler gönderen bir reklam yapardım, dedi.
- :o))))))))))))) dedim.

Valla işin doğrusu Tepsi böyle bir reklam yapsa eminim yine birileri çıkar:
- Ayol bi kasa içtim Tepsi'den hani nerde zenciler, der ve dava açar.
Sodaya devam...

Friday, 6 July 2007

Anlaşılamamak...

…anlaşılamamak… benim için en zor şeylerden biri... sanırım senin için de... sabahın ilk ışıklarıyla ve daha kimseler uyanmadan kendi şarkısını söyleyen mavi düşkünü sular kadar saf, o saf suları sorgusuz, sualsiz ve karşılıksız ısıtan güneş kadar sıcak, özümden parçalarla bezenmiş duygularım... geçip giden zamana, çıkarların ön planda olduğu ama çıkar peşinde koşanların, kalplerini sahte duygularla, duygularının aynası yüzlerini ise sahte sevgiler ve sahte dostluk maskeleriyle kapattığı bir yaşamın içinde kendine sığınacak bir yer, bir kalp, bazen de başka gönüllerden kopup gelen anlayışlı sözler arar durur...

Tuesday, 26 June 2007

Eveeetttt!

Eveeeeettt!.. dedik ikimiz de valla! Ve 9 Haziran 2007 Cumartesi günü ile "eş" olduk birbirimize canım Sesi'mle! Biz çok çok mutluyduk o gün, sevdiklerimizle beraber çok güzel bir gün geçirdik, herşey bizi hiç üzmeden yolunda gitti. Yazmakta biraz geç kalmış sayılırım ama hemen ertesi gün balayına gittik, döner dönmez de çalışmaya başladık, eh işte ancak...
Size bişey itiraf edeyim; hiç heyecanlanmam diyordum, çok da heyecanlanmamıştım aslında, ta ki Sesi'mi almaya "gelin evine" gidene ve onu gelinliği içinde görünceye kadar. O kadar güzel olmuştu ki, gafil avlandım doğrusu... Yine de heyecanımı kontrol altında tutmayı başarabildim.
Nikah öncesi fotoğraf çekiminde de çok eğlendik, görmeliydiniz, "biz bu pozları asla vermeyiz" dediğimiz pozları verdik fotoğrafçımızın üstün gayretleri! sayesinde. Bi ara fotoğrafçının "damat bey göbeğinizi hafif içine çekerseniz..." demesiyle aniden uçan tekme pozu versem de yine de güzeldi... :o)) Henüz alamadık fotoğraflarımızı, alır almaz en güzellerini paylaşacağım sizinle. Sanıyorum en güzelleri nikah kıyılırken çekilenler olacak.
Nikah memurunun "hiç bir baskı altında kalmadan Nisan'ın Altısı'nı eş olarak kabul ediyor musunuz?" sorusunda Sesi'min bana o anlamlı bakışı, bana sorduğunda ise işyerimden Bernard Bey'in gazını da alınca bi an olanca gücümle "Evettt" deyişimi, Sesi'min ayağıma basışını, eş ilan edilirken tutuşan ellerimizi fotoğraflarda göremeyeceksiniz tabii...
O günün heyecanı hala ve daima içimde...
Seni çok seviyorum Sesi'm!

Tuesday, 5 June 2007

Müziksiz olmaz diyenlere...

Ve işte uzun tartışmalara konu olan "müziksiz olur mu?" sorusu muhteşem bir finalle noktalanıyor (inşallah)! Bu cumartesi Sesi'mle evleniyoruz biliyorsunuz, kokteyl süresince mekana çok uyduğunu düşündüğümüz yaylı çalgılardan oluşan bir grup çalacak, araya iki oyun havası da katarlar artık! Veeeee, sevgili dostlarımız Badem de bizleri yalnız bırakmayarak orada olacak... Bu arada Badem'i bilmeyen var mı? Bi bakın bakalım. İmzalı CD isteyenler 75 lira gibi cüz-i bir miktar karşılığı gelin ve damada başvurabilirler! :o))

Caz yapma...

Yaz geliyor yine... İstanbul'a her sene bir başka geliyor; özellikle kültür ve sanat etkinlikleri ile. Eminim hepiniz bir kez bile olsa tadına doyum olmayan o açıkhava konserlerinden birine gitmişsinizdir, hani söylenen şarkıların taaa öbür seneye kadar kulaklardan gitmediği; vardır anılarınız. Ben pek fazla gidemedim doğruyu söylemek gerekirse daha önce açıkhava etkinliklerine, Yılmaz Erdoğan ve Demet Akbağ'ın "Haybeden Gerçeküstü Aşk"'ının harbiden gerçeküstü performasına "Harbiden Gerçek Aşk"ımla gitmiştik. Çok, çoook güzeldi...
Bir de şeyi hatırlarım; Can Yücel'e Saygı Gecesi vardı, Cem Yılmaz sahneye çıkmıştı ve ilk sözü "göt" olmuştu, damdan düşer gibi yazdım ama hikayesi de şudur: Can Yücel bir şiirinde "göt" kelimesi kullandığı için mahkemeye verilir. Hakim sorar: "Bu kelimeyi kullandın mı?" Can Baba, "Hakimim, bizim oralarda göte göt derler. Siz ne diyorsunuz ki?" der. Hakim, 'Valla biz de öyle diyoruz" der ve beraat verir.
Bu sene Caz Festivali'nde çok iyi isimler var ama Norah Jones adını duyar duymaz hemen Sesi'mle birlikte biletlerimizi aldık tabi. Muhteşem bir gece olacağını umuyorum. Sahneye "Ass" diyerek çıkacakmış duyduğuma göre. :o))

Monday, 28 May 2007

Sürünüyorum...

Kendinize iyi bakar mısınız? Sevgili Sesi'm bana "sen bir de kız olsan o zaman yandık der" hep, çok hoşuma gider böyle takılması... Haklı mı diye sorarsanız işte cevabı :
Geçen sabah uyandım, duşa girdim, önce saçımı şampuanladım, sonra da saç kremi ile (yıkayacak pek bişey yok ama!), yeni aldığım "body scrub" ile (valla Türkçe'sini bilmiyom) hafif keselendikten sonra çilek kokulu vücut şampuanı ile yıkandım... Duştan hemen sonra traş olmak için yumuşatıcı içeren traş köpüğünü kullandım, sonrasında Türk usulü kolonya ve bunu takiben kenevir özlü traş sonrası kremi (acayip başarılı tavsiye ederim!)... İyice kurulandıktan sonra ise önce nemlendirici vücut kremini, sonra da terlemeye karşı Deotak sürdüm, saçıma da nem oranını dengeleyen bir krem uyguladım. Dişlerimi fırçalayıp, parfümü de sürdükten sonra çıkmaya hazırdım arkadaşlar. Anlayacağınız sürünüyorum bu günlerde... :o))

Wednesday, 16 May 2007

İyi ki doğdun...

İyi ki doğdun hatun! Mutlu bir yaş dilerim sana. Yanında olmasam da seni kucaklıyor ve öpüyorum. Aşkın gücü bu olsa gerek, uzakta olsan da sana sarılabildiğimi öpebildiğimi hayal edebilmek. "Çünkü" diye başlasam neler neler anlatırım ama hep o aynı cümle ile biter; seni çok seviyorum. Bazen shop&miles'tan yavaş da olsam bir mesaj göndermek için...

Thursday, 3 May 2007

Düşlemek...

...zaman daha hızlı geçiyordu; güneş her doğduğunda daha da hızlı...zamanın ne kadar hızlı geçtiğini farketmek ve durup bir baktığında kendini bir kum saatinin alt kısmında, kumlar üzerine akarken görmek...şehrin, mona lisa'nın büyülü yüz ifadesi gibi görünen, hem baştan çıkarıcı hem de çaresizlik ve hüzünle örülmüş sokaklarında, diğer tarafa çevrilmeyi bekleyen bir kum saatinde olmak ve farkedememek her sokakta, sokakların her köşesinde yüzlerce kum saati olduğunu…farkedilmezsem hep öyle kalacağım diye düşünüyordum; sadece bana ait sandığım gecelerde, gökyüzünde bir yıldıza aşık olarak...gözlerimi her kaldırdığımda, kumların büyülü ışıltılarla akışını, akıp kolayca süzüldükleri ince geçidi görüyor, oradan geçebilmeyi hayal ediyordum...zaman geçiyordu, güneşin her doğuşunda, kumların beni daha da derin bir çukura gömdüğünü görüyordum...gözlerimi kapadım; ve düşlemeye başladım…önce bedenim geçti o incecik yerden, daha sonra da aklım; bir tek kalbim kalmıştı geride…çektim aldım onu da diğer tarafa...gözlerimi açtım yavaşça, tadına varmak istiyordum her anın...geçip giden zamanın tadıydı aldığım...güneş daha bir sıcaktı, hem batmıyordu ben istemeden…mona lisa gülüyordu, benimle birlikte…yenilenmiş bir ruhun şarkısını söylüyordu kızılderililer, ta öte yanında bu toprakların, ama hep aynı geceye bakıyorlardı benimle birlikte…aşağıda durgun gözüküyordu kum denizi…zamanının büyülü anahtarını saklıyordu derinlerinde…benim ise anahtara ihtiyacım yoktu...farkedilmemek korkusuydu beni buraya getiren…anlaşılamamak, öte topraklarda şarkı olup söylenememek, güneşe hükmedememek korkusu...gözlerimi kapadım...bir el uzanıp kum saatini çevirene kadar düşledim...

Monday, 30 April 2007

Çağlayan gibi...

Dün gerçekleşen "Cumhuriyet için Çağlayan Mitingi"nden bir fotoğraf; Milliyet Gazetesi'nin internet sitesinden aldım, Sn. Murat Öztürk çekmiş, ellerine sağlık. "Yıldız"ı ben ekledim sonradan ama ortaya çıkan görüntüye bir bakar mısınız... Her yönü ile Türkiye için gurur verici olduğunu düşünüyorum. Çağdaş Türkiye'ye çok yakışan bu görüntülerin devam etmesi dileğiyle...

Wednesday, 11 April 2007

Okul ekliyoruz...

Ntvmsnbc.com'dan alınmıştır :"Türk halkının yapacağı bağışlarla UNICEF ve NTV Türkiye'nin her yanına 10 bin çocuğun gideceği 100 ek okul yapmayı hedefliyor. Tüm operatörlerden cep telefonuyla 3005'e boş SMS mesajı gönderin. Her mesajınız kampanyaya 5 YTL katkı sağlayacak." Nelere 5 YTL harcadığımı düşünüyorum da; böyle bir amaç için her kuruşuna değer....

Tuesday, 10 April 2007

Doğanın dengesi(zliği)...

Her sene olduğu gibi Kanada'da yasal fok avı sezonu geçen haftalarda açılmıştı, yıllardır gelen tepkilere rağmen; av yöntemlerini ise yazmaya bile elim varmıyor. İnsanların en akıllı varlıklar olduğundan şüphe duyduğum anlardan biridir bunun gibi zamanlar. Postu 90$ ediyormuş öndeki zavallının, yukarıdaki resimde arka planda gördüğünüz "insanlar" bu 90$'ı nasıl paylaşacaklarını konuşuyorlar herhalde. Herşey para, geri kalanlar para, yetmiyor herşey yine para için. Böyle kazanılan parayı hangi vicdan ile harcıyorlar merak ediyorum? Doğanın dengesi, kutsal döngü falan demesin kimse, dinleyesim yok hiç...

Friday, 6 April 2007

Yolun yarısının yarısı...

Yaş otuz (beşe beş var!) Nice mutlu yıllar bana! Günün daha ilk dakikalarında her zamanki gibi doğum günümü ilk kutlayan, doğarken alnıma yazılmış Sesi'me, telefondan taşan güleryüzleri ve neşeleriyle "dooom günün kutlu olsuuun" diyen anneme, yakışıklı kardeşime, anne yarısı değil daha fazlası teyzemlere ve kuzen ötesi çok sevdiğim tüm kuzenlere teşekkür ederim. Hep birlikte nice mutlu yıllara inşallah! Bugün geriye dönüp yapmak isteyip de yaptıklarımı, yapamadıklarımı, unuttuklarımı, hiç aklıma getirmediklerimi düşünmeyeceğim; bugün ne geçmiş tartısı ne de gelecek kaygısı dolu olacak, bugün sadece gülümseyeceğim yaşadığım an'a ... :o))))))))))

Monday, 2 April 2007

Come Away With Me...

"Come away with me in the night, come away with me and I will write you a song".... İlk dinlediğimde kulaklarıma inanamıştım, sanki yıllardır bilmeden beklediğim bir melodi vardı ve ben onu nihayet bulmuştum. Simyacı'nın sıradan bir taşı altına çevirmesi gibi sıradan kelimeleri doyumsuz bir müziğe dönüştüren Norah Jones'u henüz dinlemediyseniz mutlaka dinleyin. Yeni albümü Not Too Late'de çok kısa bir zaman önce çıktı...

Monday, 26 March 2007

Uno, Due, Tre.... Italiano...

Geçen hafta sonu itibari ile İtalyanca öğrenmeye başladım. Yeni bir dil öğrenmeye olan isteğimi, biraz da işime katkısı olur diye, daha fazla ertelemek istemedim fırsatını bulmuşken. Kursta herkese havaya girsin diye İtalyan bir isim takıyorlar yeni başlayanlara, bendeniz bundan sonra "Luigi" efendim... Bir de diyorlar ki İtalyanca'dan sonra İspanyolca daha kolay öğrenilirmiş, grameri ve kelimelerin anlamları birbirne yakın diye, sırada o var o zaman...

Wednesday, 21 March 2007

Lütfi Özgünaydın...

Lütfi Özgünaydın... Bir haber programında konuşurken tanımıştım ilk olarak... Kendini fotoğrafa, fotoğrafı kullanarak daha fazlasını anlatmaya, fotoğrafını çektiği değerlerin "değerlerinin" anlaşılmasına adayan bir insan... Yakından tanımak isteyenler için Lütfi Özgünaydın...

Monday, 19 March 2007

Çanakkale içinde...

Ey Türk İstikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen; Türk İstiklâl ve Cumhuriyetini kurtarmaktır! Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda, mevcuttur!

Çok özledim...

Çok özledim babacım seni... Karşımda olsan şimdi, hep kızıp söylensek de sigaranı yaksan, bi de çay yanına; ben sana anlatsam da anlatsam; bir bir, sarılsam, sen ağırdan alıp benim kadar sıkı sarılmasan da, konuşsan, arada: "benim hayat tecrübem seninkini döver" diyerek, akıl versen bana ben dinlemesem de, cimbom'u eleştirsen, her maça aynı heyecanla gidip izledikten sonra yaptığın gibi, beraber köye gitsek hep özlemle ve gözlerinin içi parlayarak bahsettiğin... Çok özledim babacım seni, seni çok özledik...

Sunday, 18 March 2007

Seni seviyorum...

Seni seviyorum, ötesi, seni sevmeyi de çok seviyorum. Seni "sevmenin" bana hissettirdiklerini anlatmak için kendi hislerimi anlamaya çalıştığım an, ahh işte o "an"... O anı çok seviyorum. Ne söylersem söyleyeyim, ne kadar söylersem söyleyeyim yine de yetmeyeceğini hissettiğim anı seviyorum, çünkü o zaman ne kadar inanılmaz ve büyüleyici bir his olduğunu farkediyorum, yeniden... O "an" zamanı durdurabildiğim anmış gibi hissettiriyor... Saniyeden bile kısa bir zaman diliminde derinlerden bi yerlerden gelen hislerimin sanki hepsini görebiliyor, hissedebiliyor, anlayabiliyor, anlatacak gibi oluyor ve neredeyse hiçbirini anlatamıyor, anlatamadıkça o "an" içinde uçtuğumu ve tüm yaşamım boyunca böyle bir hazza "seni sevmekten" başka hiçbir şekilde ulaşamayacağımı hissediyorum. Seni seviyorum...

Merhaba...

Yazacak bi şeyler bulmaya çalışmak bende işlemiyor; işe bir yerinden başlayınca gerisini getirmek daha kolay oluyor. Olur, zamanla olur sıkma canını.